Pazartesi, Aralık 26, 2011

Kırmızı Şemsiye




Babannemizin kitabı Kırmızı Şemsiye devlet tiyatrosu tarafından oyunlaştırıldı, ve ma-aile olarak Kırmızı Şemsiyenin prömiyerine gittik haftasonu. Şahane renkli, kitabı kadar eğlenceli bir yapım olmuş, çok beğendim. Şimdi turneye çıktılar Anadolu'ya, ama İstanbul'a tekrar gelecekler. Bir yerlerde yakalayabilirseniz mutlaka görün derim.
Yine biraz endişeliydik girerken oyuna, klasik müzik dinleyen bebek tiyatro haydi haydi seyreder di mi! :) Alya gözünü ayırmadan seyretti, pek beğendi sanırsam :) Tabi hareketler azalıp da diyaloglar başlayınca bir mırıldanma başladı bizimkinde babasının kucağında ama genel olarak çok iyi bir seyirciydi yaşına! göre, çok mutluyum. Hele tiyatroda yorulup da sonrasında saatlerce uyumadı mı, benden mutlusu yoktu. Hep gidelim, her haftasonu bir oyuna gidelim istiyorum şimdi. :)

Cumartesi, Aralık 24, 2011

Blogger Discovery: 79 Ideas

Very inspiring blogger from Prague, she's collecting all the beautiful and creative photographs mostly on decoration, but also all the other pretty things from all over the world.

From her own words, to give an idea of who she is:
an incorrigible optimist! I love cappuccino, softball, typography, decoration, fashion, design, handmade stuff and A LOT more. For me there is nothing better than having a nice calm Sunday with my family.

I have a master’s degree in History, but I work as a graphic designer and one good sunny day when I grow up I will be a photo stylist.

Every day I see so many pretty things in the Internet – interiors, art, fashion, styling, decoration … so I’ve decided to create “79 ideas” as a place where to collect all these lovely things which I discover. And that’s why one day after many many years my blog will be the most beautiful blog in the world :) 




Cuma, Aralık 23, 2011

Oda Müziği ve Alya!


Her sene Alman konsolosluğunda çalışan Ulrich evinde yılbaşı daveti veriyor, oda müziği konseriyle başlayan gece harika bir yemekle devam ediyor. Bu sene de Borusan Quartet'in yarım metre ötemizde çalacağı geceye davet ettiğinde Ulrich bizi hiç düşünmeden
"-Geliyoruz!" dedik, ve sonra düşünmeye başladık Alya'mızı ne yapacağımızı. Geride bırakmak istemiyoruz genel olarak onu, gittiğimiz her yere götürme sevdalısıyız. Üstelik geceleri artık sıkça uyanıyor, bir sıkıntısı varsa saat başı neredeyse! Ama klasik müzikte 8 aylık bir bebek düşüncesi çılgınlık. Evet evet tamamen çılgınlık. Gecenin dünyalar tatlısı evsahibi Ulrich ve eşi Sabine'in kapıda bizi kucağımızda Alya ile gördüğünde verdiği sessiz tepki de buna benzer bir şeydi--korkuyla karışık dehşet.

Gündüz fazlaca uyumasına rağmen(uyku uykunun mayası gerçekten!) oraya uykulu gözlerle ama karnını son dakikada arabada doyurmuş şekilde girdik, bizimki meraklı gözlerle çevreyi ve insanları süzmeye başladı. 1 saat böyle geçince haliyle yoruldu, konser başlarken herkes yerine oturduğu sırada kararsız bir şekilde ben bir(hop) oturup bir(hop) kalkıyordum yerimde, gık dese hemen dışarı çıkaracaktım. Derken Ulrich konuşmaya başladı, bizimki dikkat kesildi, arada alkışlarla fln bayağı bir eğlendi kendi çapında. Derken konser başladı, 3 keman 1 çello. Ben kelimenin tam manasıyla diken üzerinde ve kapının önünde oturmaktayım, tıslasa fırlayacağım. Ben kendim müzikten zevk alabildim desem yalan, hafif sallanırken "-şimdi uyusa ne muthiş olur" diye hayal kurmaktayım. Ama Ulrich'i dinlerken nefes bile almayan ufaklık müzik başlayınca hareketlenmeye, sağa sola bakınmaya başladı. Ne operalar ne klasik müzikler dinle(tt)im hamileyken, Rockçı benim kızım! :)
Neyse en azından 1 şarkı dayandı, şarkı bitip de alkış başlayınca sesle gaza gelen bizimki aaaııh gibi bir ses çıkarınca fırladım korkudan, çıkış o çıkış. Arka odada uyuyarak geceyi sonlandırdık.
Efendim ilk konser maceramız/çılgınlığımız böylelikle sonlandı, buna da şükür :)

Perşembe, Aralık 15, 2011

Arıza

Pazartesi gününden beri ilk yaptığım şey perdeleri açmak. Patronumun perdelerini. Çünkü pazartesiden beri artık onlar artık benim de perdelerim :) Yeni bir odam var, onun odasına bakıyor, toplantı yaptığı koltuklara, ve gerisindeki ada/deniz manzarasına. Toplantılarına "time keeper" olmaya aday oldum, ciddiye almadı... İlk defa odam olacak diye pek bir heyecanlıydım başlarda. Yıllarca etrafa "expose" olan kubiklerde çalışanlar anlarlar odanın kıymetini, kendi alanının olma özgürlüğünü. Şimdi ise patronla gözgöze bu satırları yazarken banka veznesinden hallice odamda "kendi odama sahip olma sevincini" tekrar bir gözden geçirmekteyim.

Bazen ofise girdiğim andan itibaren eskiye gidiyor aklım, Alya öncesine. Ofis ortamının rutin hayatını sorgulasam da yaptığım işten keyif aldığım/sosyalleştiğim bir ortam olan mekan, şimdi nasıl da gözüme batmaya başladı, anlamsızlaştı, sadece para için geliyormuşum gibi hissetmeye başladım öyle böyle değil...

Geçenlerde sosyal medyada bir arkadaşım yazmış:
"-Çocuk da yaparım kariyer de lafını bir erkek çıkarmadıysa ne olayım" Kesinlikle katılıyorum. Laf erkeklerden açılmışken kadınlar daha titiz daha sebatkarlar ama erkekler pratik ve stratejik zekalarıyla insan ve iş yönetimi konusunda daha iyiler iş hayatında kadınlara göre. Bence. Her kadın illa ki bir erkek yöneticiyi ister, boşuna değil. Ve bir de araba kullanımı konusunda erkekler daha iyiler bunun konumuzla bir ilgisi yok :)

Patron kıllandı galiba, kendime kendime gülüşümden mi ne, hadi biraz-cık da iş yapayım, sene sonu malum yoğunuz. :P

Çarşamba, Aralık 14, 2011

BüfBüf

7.ay muayenesinden beri 2 görüşmedir doktorumuz heceleri soruyor, meme/mama var mi? bebe/baba var mi? gibi. Alya'nın ilk hecesi dedede/dadada oldu 6 ay civarı. İlk doğduğu günden beri herkes Alya'yı ismiyle çağırırken akıllı dedemiz "-dede" "-dede" diye alıştırma yaptırıyordu Alya'ya! Bu hafta da bebe/baba hecesine başladı, ve başka bir şey demez oldu, varsa yoksa biraz da dışarıya tükürme hareketi ile birlikte büf haline gelen b harfi baskılı hece ağzında. O sebeple bu hafta Alya'nın adı büfbüf oldu ev içinde :)

Buarada bizim BüfBüf'ün 3. dişi alttan çıkmıştı yine ama sanırım artık üst tarafın sırası geldi, sürekli bir dudağını ısırma halinde buaralar şekil 1.A daki gibi. Sanırım bu diş bir serüven, bununla yaşamayı, uykusuz ve huzursuz gecelerle barışmayı tez zamanda öğrenmeli.

Büyüme Atağı

Arkadaşım Aybala, Alya'nın ilk arkadaşlarından Yiğit Alp için dedi ki:
"-Büyüme atağı geçiriyor, çok huzursuz."
"O de ne ola ki?" dedik. Sonra 7. ayda Alya'nın kilo alımı iyi olmasına karşın boyu hiç uzamayınca doktorumuz da benzer bir şeye değindi:
"-Merak etmeyin, bebekler 1 günde bile büyüyebilirler."

İngilizcede de Growth Spurts denilen Büyüme Atakları, bebeğin birden kısa bir sürede büyümesi, bunun için normalden fazla emmek istemesi, normalden fazla uyumak ya da huzursuzluk yüzünden uyanık kalmak istemesi. Anneler genelde tedirgin olabiliyormuş bu dönem süt mü azalıyor acaba bebek çok emmek istiyor diye. Ama bu ataklar 1-2 gün gibi çok kısa sürdüğü için süt mü azalıyo yoksa atak mı geçiriyor çocuk anlaşılıyormuş. Genelde 2,3 ve 6. haftalar ile 3, 6 ve 9. aylarda görünüyor bu ataklar.

Şimdi geriye dönük düşünüyorum da, Alya'nın kimi zaman "uyku günleri" oldu, normalde yarım satten fazla gündüz uykusu uyumayan bebek 1-2 saat uyudu. Bir de body'leri birden küçük geldi, bir sonraki aya ait giymeye başladı. pek sorgulamamıştım, bebek bu, günü gününe uymuyor işte diyip geçmiştim. Aslında herşeyin bir açıklaması var :)

Pazartesi, Aralık 12, 2011

Yeni bir gün, yeni bir hafta, yeni bir ay


Bakmaya doyamadığım oyuncak bebek kıvamındaki pozlarından biri daha. Bu blog gittikçe bebek odası hissiyatına dönüştü benim için, varlığından mutlu olduğum, arada açıp açıp fotoğraflara baktığım bir yer...

Zaman geçiyor hızla, 8 aylık oldu Alya, 3. dişi de patladı, tutunup kendi kendine ayağa kalkmaya başladı, bunu başarıyor diye bizimkinin sevincini görmeniz lazım. Bir şey yapması da gerekmiyor, sadece hep ama hep ayakta durmak istiyor... Her bir gelişim bizim için başka bir kolaylık sağlarken diğer yandan da alarm çalıyor tabi. Geçen gün saat 5 uykusundan uyandığında odaya girdiğimde yatağının kenarına tutunmuş bakınıyordu, şok geçirdim bir an için, sonra hemen yatak bir seviye daha indi, ve artık hiiç yanlız bırakamıyoruz :)

İyi haftalar herkese.

Perşembe, Aralık 08, 2011

Blogcu Keşfi : Defneyle Yaşamak

Bundan böyle çok beğendiğim yerli/yabancı blogcuları paylaşmaya karar verdim, yaratıcı, ilham veren, her gün acaba ne yazdı ne çizdi ne fotoğrafladı diye merak ettiklerim. Bazen oradan oraya sürüklenirken karşıma çıkıyor güzel insanlar, güzel işler, kaydetmezsem kaybediyorum sonsuza kadar. Bu sefer kaybetmedim, ismi kazındı aklıma--çok ender olur:

Defneyle Yaşamak. Nasıl keşfettim bilmiyorum. Bir kere girdim bloga, fotoğraflara bittim önce, bir daha bir daha döne döne baktım. Biraz vintage, doyasıya renkli, baştan sona pozitif enerji dolu. Sonra yazıları okudum, çok gerçekçi ama anlatımı soft ve masalsı, kızıyla diyaloglarına bayılıyorum, bir de tazecik ve naif bir beynin dünyayı algılayışına. Onlardan öğrenmemiz gereken/hatırlamamız gereken çok şey var.

Tanıştırayım sizi, Tuğba, kendi kaleminden:
"-Daktilo severim. Eski kahve fincanlarını. Kahverengi sayfalı eski hamur kokulu defter sayfalarını. Taze çekilmiş kahveyi. Kuş resimlerini. Avizeleri. Çikolatalı dondurmayı. Yanına da illa bi top karamel katıp kaçamak yapmayı. Yüksek sesle müzik dinlemeyi. Kurdeleleri. Yaka iğnelerini. Şeftali rengi yanakları. Turuncu saçları. Denize bakmayı. Kozalak koklamayı. Güm güm davul ritmini. Dönenceleri. Atlı karıncaları. Müzik kutularını. Loş ışığı. Mumları. Ama en çok vanilya kokanlarını. Papatyaları. Fesleğene elimi sürmeyi. Limonlu çheese cake’i. Tatlandırıcılı sabah kahvesini. İllustrasyonları. Keşke çizebilsem’in hayalini kurmayı. Dekorasyon dergilerine bakıp iç çekmeyi. Bir de gözüme yeşil kalem çekmeyi. Melekleri. Eski resimleri. İnciri. Kuru portakalı. Çikolata kaplı çifte kavrulmuş lokumu. Zıt renkleri beraber giymeyi. Giydiğimde uyumsuzluğa rağmen iyi hissetmeyi. Şakağıma kondurulan öpücükleri. Asansör müziklerini. Cif kokusunu. Kokinaları. Yeni yıl ruhunu. Çizgi filmleri. Hediye almayı.  Hediye vermeyi. Meşe palamutlarını. Ispanağa yumurta kırmayı. Londra’nın sabah soğuğunu. İngiliz aksanını. Hatta Kuzey İngiltere aksanındaki ritmi. Pikapları. Ay başında alınan dergileri. Babannemin kurabiyelerini. Sevgilimin şef bıçağıyla mantar dilimleyişini. Kızımın seni çot seviyorum diyişini…
Benim işte. Biraz benden, biraz bizden anlatıyorum. Anlatırken de hopluyorum çoğu zaman. Hüzün olsa bile içinde bu böyle. Aman parantezimi açayım da…"




http://www.defneyleyasamak.com/

Çarşamba, Aralık 07, 2011


Akşam saat 11. Koca yok evde, büyük maç var ya. Minik bebek ise uyuyor. E o zaman benim işim ne ayakta, yat uyu değil mi. Değil. Burada bir de son aylarda sadece anne ve eş olagelmiş bünyenin altına gizlenmiş bir ben karakteri var ki arada kendi başına da kalmak, kendi kendi ile de olmak istiyor-muş meğer. Çok yorgunum, koysam kafayı anında giderim ama ruhen buna da  uyku kadar ihtiyacım var.
Hala günde 5, gecede 2 öğün emzirdiğim için 3 saatten fazla uzak kalamıyorum Alya'dan doğduğu günden beri. Zaten ben de istemiyorum, hemen aklım ona gidiyor. Ama ama ama... Ama anneliğin başladığı ilk saniyeden itibaren çelişkilere de "sign up" etmiş bulunuyorsun otomatikman.
Bebeğimden ayrı kalamamamda geldiğimiz son nokta kucağımda onunla tuvaletimi bile yapmış olmamdır sanırım! :) Şikayet olarak değil de bunu da yaşadık birlikte diye neşeli anılar hazneme kaydettiğimden söylüyorum. Hepsi geçiyor nasılsa, hızla. Yanlızca bebeğimi doyasıya yaşamaya çalışırken kocaya ayrı  kendime ayrı zaman ayırabilirsem resim bir bütün oluyor sadece.
Bazen bu akşam gibi bazen de sabahın 4'ünde oluyor bu, resmen sabaha daha az uykuyla ama daha enerjik kalkıyorum.

always one step behind...

every single day
every word you say
every game you play
every night you stay
i'll be watching you

Salı, Aralık 06, 2011

İlk defa parkta

Hava bahardan kalmaydı cumartesi. Soluğu aldık dışarda, yine. Oturuyor Alya evet bir süredir ama parkta salıncak için daha erken-sanıyordum. Unutuyorum kızım 8 ayını doldurmak üzere 2 gün sonra. Hadi bir deneyelim dedim. Oturdu bizimki. Kapattım önünü. Önce bir heyecanlandı, sevinç çığlıkları... Sonra keşfe başladı her zamanki inceleyen bakışlarıyla, bir sağa bir sola sonra tekrar sağa. Ve tabi ki sonra da tadına bakma faslına geçti, önüne/eline geçen herşeye ama herşeye yaptığı gibi! Nasıl atladım ağzı değmesin diye oraya, kapaklanıyordum yere neredeyse :) Belki de bırakmak lazım alsın mikropları ne kadar erken o kadar iyi, yapamıyorsun işte kolay kolay. Epey bir sallandı ama sonra baktım salıncağın üzerine engel olarak koyduğum elime sarıyor, feci keskin! dişlerle, kalkmak zorunda kaldık. Sanırım en güzel dönemi bu, ne otururken ne kalkarken var bir itiraz, ne dersen nereye dersen geliyor/yapıyor, hayat anneye güzel böyle :)

Cuma, Aralık 02, 2011

Çalışan Anne Sendromu-II


Yarım gün-cük. 1-2 saat-çik. Gibi düşünüyor insan di mi. Değil. Eve döndüğümde öğlenleri, sanki saatler geçmiş gibi geliyor-du zaten. Bazen. Annemin hiç uğrayamadığı günler mesela. Bugün en istemediğim şeylerden biri de oldu, eve döndüğümde bakıcımız heyecanla:
"-ikinci posta dişleri de patlamış gördünüz mü!?" diyiverdi.
Hızla soyunmaktaydım ki yaka paça açık bir şekilde Alya'ya doğru koştum.
"-hayır görmedim!" diye içimden geçirirken "-evet gördüm tabi ki" çıktı ağzımdan. Ben annesiyim, ilk önce benim görmem lazım herşeyi! Herşeyi! gibi takıntılı bir ruh halinde olduğumu farkettim. Baktım gerçekten de haftasonu gördüğüm beyazlığı kasdetmiş patlamış derken, rahatladım. Şimdilik. Bir sonraki yeniliğe kadar.

1 ay-cık daha uzattım yarım günlerimi, şimdi kara kara bahane düşünüyorum 1-2 ay-cık daha uzar mı acaba diye. İtiraf ediyorum, sabahları işte problem çözücü olmamı gerektiren yeni pozisyonumdan, yeni odamdan keyif almıyor değilim. Ama bu içinde olduğum ikilem nasıl çözülecek çıkamıyorum işin içinden. Hayatta problem çözmeye bayılan ben, kendimi bir problemin ortasında kaybolmuş hissediyorum, çıkmaz sokakta tıkıldım kaldım sanki. Aylardır çiğnediğim aynı sakızı çiğnemeye devam...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...